Röportajın tümü dergiye sığmadı, eksiksiz halini buradan yayınlıyoruz. Buyrun:
7PF2P tam 7 yıldır saygıyla Pink Floyd eserlerini çalıyor. Ağustos ayındaki görkemli The Wall şovunun ardından gözlerimiz kendilerini aradı. Grubun Kadıköylü gitaristi Barış Kıran’la Karga Bar’ın bahçesinde buluştuk. Prenseslerden Nil İpek Hülagü ve davulcu Cem Uçan da e-posta ile yolladıkları cevapları ile aramıza katıldı.
Grup nasıl kuruldu? Herhalde dokuzunuz birden bir araya gelmediniz.
B: Aslında bir arkadaş ağı vardı ortada. Cem, Erhan ve ben
öncesinde başka bir projede blues yapıyorduk. Ondan sonra PF çalalım
fikri oluştuğunda tabii bir sürü enstrüman gerekiyordu. ‘Arkadaşlardan
destek alalım, kimler bize yardımcı olur’ dedik. Böyle bir kuruluş
aşaması oldu. İlk konserimizi verdiğimiz sırada 7 kişiydik. Henüz
prensesler yoktu. Taha vardı. Gitar çalıyordu, vokal yapıyordu.
Amerika’ya gitti doktora için. O gittikten sonra biz 6 Pink Floydlar
gibi kaldık. Şu anda saksafonla birlikte 7 oluyoruz. Eskiden saksafon
8’inci oluyordu.
Peki ya grubun ismi…
C: Erhan’dı galiba, 7 Pink Floydlar yapalım diye bir öneri
ortaya attı. İlginç geldi, kabul ettik, geri vokaller işin içine girince
biraz daha şenlendirelim istedik. Özellikle ilgi çeksin ya da “çok
acayip bir hikâyesi olsun” diye koymadık ismi.
B: Hatta 2007-2008 Stüdyo Live’da çok çaldığımız
dönemde, bir konser arasında birisi gelip bana “Bu nasıl kötü bir grup
ismi? Aşağıda kapıda gördüm, çocuk müsameresi sandım.” dedi. Böyle
güzel, komik eleştiriler oldu. Grup ilk kurulduğunda isim 7 Pink
Floydlar’dı, aslında o haliyle anlamsızdı. 2 Prenses gelince anlamlı
oldu.
9 kişi olmanın avantaj ve dezavantajları var mı?
B: Çaldığımız müziğin icrası gereği zaten bu kadar adama gerek
var. Çünkü Pink Floyd ve hatta sadece Roger Waters ya da David
Gilmour’un sahnedeki kendi ekiplerine de bakarsan dokuzdan da fazla kişi
görebiliyorsun. Bu yüzden sahne için bir avantaj, gereklilik daha
doğrusu ama biz bunu keyfi olarak yapıyoruz. İş olarak yapmak gibi bir
önceliğimiz de yok. Dolayısıyla iletişim kurmakta biraz zorlanıyoruz.
Mesela o sırada birileri bir yerde olabiliyor veya Tolga Kaş’ta
olabiliyor. O çok dalıyor. Mailler geç dönüyor. Karar almamız uzun
sürüyor.
C: Hızlı hareket edememe, sahneye sığamama,
sound-check’te herkesi bir araya toplayamama gibi sorunlar var ama böyle
de mutluyuz sanki. Daha küçük parçalara bölünelim fikirleri pek rağbet
görmedi şimdiye kadar.
N: Bir yandan da 9 kişilik grup 9 ayrı karakter demek, bu da bize eğlence ve muhabbet olarak geri dönüyor genelde.
Grup kurulduğundan bu yana repertuarınız ne yönde şekillendi? “Keşke şunu da çalsak” dediğiniz bir parça var mı?
C: Genelde kotarabileceğimiz albümler ve şarkılar
üzerine yoğunlaştık. Kotarmaktan kasıt, sound olarak ortaya
koyabileceğimiz iyi şeyler üzerine yoğunlaştık. Benim Roger Waters’tan
önce bir “The Wall Projesi” önerim vardı ama yine sound ve diğer
endişeler nedeniyle yapamadık. Şahsen daha az bilinen şarkılara
yoğunlaşabileceğimizi düşünmüşümdür, Obscured by Clouds’daki bazı
şarkılar gibi.
B: İlk kurulduğunda albüm bazında gidiyorduk. İlk Wish
You Were Here ile başlamıştık. Defalarca Shine on you Crazy Diamond
çalıyorduk. İlk konserde WYWH albümünün tamamını çalmıştık. Üzerine The
Wall’dan Young Lust, Comfortably Numb, bir iki parça ve Dogs çalmıştık.
Aslında en sevdiğimiz parçalardan başlamıştık. Daha sonrasında yine
albüm bazında ilerledi. “Dark Side of the Moon’a girelim” dedik. Daha
sonra biraz daha yeni dönemden Division Bell’den birkaç parça ekleyelim
dedik, ekledik. Bir dönem konserlerde iki üç tane Division Bell’den
çalıyorduk. Sound açısından olmayanlar vardı, onları çıkardık. Bir ara
daha erken döneme baktık. Orada da sound açısından sıkıntılar yaşadık. O
yüzden yaklaşık son bir senedir repertuara bakarsak Syd Barrett
döneminden sadece bir parça görünüyor, o da Astronomy Domine.
Arnold Layne?
B: Bir kere denedik, işte o olmayan, sound’u oturmayan parçalardan biri.
Hangi yeni parçanın çalınacağına nasıl karar veriyorsunuz? Yeni parçayı çalışma süreciniz nasıl işliyor?
C: Birisi öneriyor, herkesin fikri alınıyor. Herkes darken
tabii ki fikir beyan etmek isteyen herkes… Bir ortak fikir oluştuktan
sonra da ilk provada biraz debeleniyoruz. Gerçi sonrakilerde de
debeleniyoruz ama sahnede çalmadan da gerçek performans ortaya çıkmıyor
bir türlü. Yani bazen sahnede güzel şeyler olmayabiliyor.
B: Aslında son birkaç senedir yeni bir şeyler eklemekte
zorlanıyoruz. Her konser öncesi standart olarak çalışılması gereken bir
süreç var. Mesela her konser öncesi en az iki kere tüm parçalar
üzerinden geçmemiz lazım. Eğer bir konser öncesi iki provadan daha fazla
prova şansımız yoksa bu yeni parçaya bakamamak anlamına geliyor. Geçen
sene iki üç parça denedik. Bunlardan bir iki tanesini ekledik. Yeni
parçayı da herkes evde çalışıp gelemiyor. Enstrümanların çoğu stüdyoda
ve ağır enstrümanlar. Bir provayı baştan sona o parçaya ayırmak zorunda
kalabiliyoruz. O da bizim için lüks bir durum. Bu da aslında ilk
sorulardan birine bağlanıyor. Dokuz kişi olmanın zorluklarından biri;
herkes aynı anda provada olamayabiliyor. Bazı provalarda 4-5 kişi
toplanabiliyoruz. Öyle bir provada yeni bir parça ekleme şansı da yok.
N: Grubun tembelleri olarak Ceren ile benim stüdyonun
dışına çıkıp vokal çalıştığımızı görebilirsiniz sık sık. Bu gruba
başladığımız zamandan bu yana hayatımızda çok şey değişti, çok daha
yoğun insanlar haline geldik, o yüzden evde çalışmak bir hayal,
repertuarı ilk yıllardaki gibi hızla ilerletmek bir ütopya haline geldi.
Yine de süreç, ağır da olsa işliyor ve biz en azından birkaç ayda bir
yeni şarkılar eklemeye çalışıyoruz.
Grupta olsa güzel olur dediğiniz bir enstrüman var mı? Yoksa böyle iyi misiniz?
C: Şöyle yaylılardan üç-beş serpiştirsek belki daha farklı bir şeyler çalabiliriz Final Cut ya da The Wall’dan kim bilir?
Belirli/kısıtlı bir repertuara sahip bir saygı grubu olarak kendinizi nasıl yeniliyorsunuz?
C: İşin zor kısmı bu, bir noktada tıkanıyoruz tabii ki. 2
konser arka arkaya aynı şarkıları çalmamaya, araya unuttuğumuz bir
şeyler eklemeye veya yeni bir şeyler eklemeye çalışıyoruz.
B: Zor bir konu gerçekten. Yedi sene önce çaldığımız
bir parçayı bilmem kaçıncı kere çaldığımızda tabii ki aynı etki olmuyor.
Bunu da oturup “değiştirelim mi” gibi bir şey de söz konusu olmuyor.
Pink Floyd’u ne kadar değiştirirsen değiştir, onlar kadar iyi olmayacak
ama son dönemde böyle bir fikrimiz var. Biraz daha motivasyonumuza
artısı olması açısından… “Acaba biraz daha akustik versiyonlar mı
denesek?” diyoruz ya da içimizden birinin o parça ile ilgili farklı bir
fikri olur, o şekilde deneriz, içimize siner ya da sinmez.
Farklılaştırmak gibi fikirler var ama bunlar henüz elle tutulur değil.
Temel sound’u bozmadan biraz daha farklı şeyler denemek?
B: Evet, sadeleştirmek olabilir, enstrüman azaltmak olabilir
bir parçada. Akustik olabilir veya daha başka bir fikir gelir. Buna açık
olduğumuzu anladık son toplantıda. Böyle bir şeyler yaparsak biraz daha
motive olabiliriz.
Bir menajeriniz var mı? Konser talepleri nasıl geliyor? Yoksa bu işlerle de siz mi uğraşıyorsunuz?
B: Bir dönem gerçekten menajerimiz vardı. Bütün konserleri o
ayarlıyordu. Onun organizasyonu ile hareket ediyorduk. Şehir dışına da
gittik o şekilde. Son dönemde ise bazı konserde onun organizasyonu ile
hareket ediyorduk, bazılarını ise bir organize ediyoruz. Şu anda yarı
yarıya menajer var gibi bir durum.
C: Diğer gruplarıyla işleri daha iyi gittiğinden ve biz
bu işi aslında para için yapmadığımızdan bizle daha az ilgilenir oldu.
Bazen de biz onun birçok önerisini reddetmek durumunda kaldık tabii,
özellikle İstanbul dışı konserleri için. Şu anda ağırlıklı olarak ben
ilgileniyorum, Facebook sayfamızdan ya da internetten iletişime geçenler
de oluyor.
Seyirci çok bilindik PF şarkıları dışında neler
dinlemeyi daha çok seviyor? Siz neleri çalmayı daha çok seviyorsunuz?
Seyirci ile uyuşabiliyor musunuz?
B: Bana kalsa bütün Pink Floyd parçaları baya bilindik aslında.
Mesela az bilinen bir PF albümü olarak Animals’tan bahsedersek;
Animals’taki bazı parçaları seviyorduk, güzel de bir sound oluşuyordu
çalarken. O konserde iyi bir sound varsa bilinmedik bir PF şarkısının da
keyifle dinlendiğini anlıyorsun ama sound kötüyse en sevdiği parçayı da
çalsan etkili olmayabiliyor.
C: Seyirciler ağırlıklı bilindik şeyleri seviyor.
Aslında biz de genelde bilindik şeyler çalıyoruz. Yine de farklılıklar
var elbette, bağırarak Echoes söyleyen seyircileri görmek beni mutlu
ediyor. Sahnede seyirciyle aktif bir iletişimimiz yok. En kötü hatıram,
bir konserde “One of These Days” sonrası bir kaç seyircinin yüzündeki
şaşkın ifade. Ben en arkada olmam nedeniyle genelde ışık elverdiğinde
seyirciyi gözlemliyorum, mutlu olduklarını görmek beni de mutlu ediyor.
PF çalmak ses konusunda gerçekten iyi donanımlı
mekânlar gerektiriyor. Hem prova hem da canlı performans için size
yetecek yerler bulmakta zorlanıyor musunuz?
B: İlk verdiğimiz konser Kadıköy’de senin de provalarımıza
geldiğin Garaj’daydı. Cem’in davulunu koyduğu yere yedi kişi girmiştik.
İğne atsan yere düşmezdi. Kızlar yoktu o zaman. Onlar da olsa imkânsızdı
zaten. O yüzden ilk dönem Stüdyo Live’da çok sık çaldık. Stüdyo Live’ın
bizim sığabileceğimiz, nispeten büyük bir sahnesi vardı. Daha sonra
alternatiflerimiz arttı. Babylon, Bronx, Ghetto, Hayal Bistro gibi
sahnesine sığabildiğimiz yerler oldu ama 4 kişilik bir grup olsak her
yerde çıkabiliriz. Köşeye küçük bir sahne kurulmuş olsa orada da çıkıp
çalınabilir ama şu anda böyle şansımız yok.
Farklı mekânlar performansınızı etkiliyor mu?
B: Mekândan mekâna da performans çok değişiyor ama aynı mekânda
üst üste de değişebiliyor. Hem sahne içinde iyi bir ses duymamız hem de
sahne dışında iyi ses duyulması gibi bir kıstas var. Aynı anda ikisi
bir arada olunca aslında güzel bir konser oluyor. Her ikisinin bir arada
yaşanması çok da sık karşılaştığımız bir şey değil. Bu mekândan
kaynaklanmıyor olabilir. Temelde benzer donanımlar kullanıyor bu belirli
bir seviyenin üzerindeki mekânlar. Önemli olan o günde nasıl
ayarlandığı. Çünkü bunu ayarlamak çok da “iki kere iki dört” gibi
hareket etmiyor galiba. Bizim o anki ruh halimize ne duyduğumuza göre
bile değişiyor.
Grubun en iyi albümlerinin tüm ekip bir aradayken yapıldığını biliyoruz. Peki ya PF elemanlarının solo çalışmaları…
C: Sanırım Amused to Death diyeceğim, belki David Gilmour’a haksızlık olacak ama öyle diyeceğim, evet, dedim.
B: Tabii 20 yıl önce de PF albümleri kadar severek
dinlediğimiz albümler. Ben özellikle David Gilmour’un 2000 sonrası
albümünü ve oradaki gitar tonlarını çok beğeniyorum. Hatta About a Face
gibi 1980’lerde çıkmış David Gilmour albümü 80’lerin pop sound’unda olsa
da bazı parçaları hoşuma gidiyor. Roger Waters ayrıldıktan sonra PF
sound’unu esas belirleyen eleman olarak düşünüyorum David Gilmour’u. En
azından yüzde olarak çok büyük ve 2000 sonrası hem PF parçalarını hem de
kendi parçalarını çalmak için oluşturduğu grubun müthiş bir sound’u
olduğunu düşünüyorum ve bunun yeni PF sound’u olduğunu. Örnek vermek
gerekirse, Robert Wyatt’s Meldtown konserinde Rick Wright’ın
Breakthrough şarkısı çalındı. Bu şarkı aslında Richard Wright’ın
albümünde başka bir sound’a sahiptir. Orada çalındığında ise 2000
sonrası David Gilmour ve ekibi ile oluşmuş sound’un buna yedirilmesi
sonucunda ortaya bambaşka bir parça çıkıyor.
Çok yaygın olan Gilmour – Waters ayrımı dışında 5
yıl önce aramızdan ayrılan ve grubun kurucularından olan Richard
Wright’ın gruba olan katkısını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında baya ön plandaydı bence. Daha erken dönemlere bakarsak, Atom
Heart Mother’a gittiğimizde oradaki orkestrasyonların, düzenlemelerin
çoğunda Rick Wright etkisi var. Senfoni gibi bir parça var ortada ve
burada bence çok ön planda. Hatta Dark Side of the Moon’un bütünlüğünü
sağlayan akor geçişleri, altyapıdaki sound… Yüzeysel olarak bakınca
mütevazı karakteri sebebi ile geride gibi görünebilir. Roger Waters
ayrıldıktan sonra David Gilmour’un en büyük destekçisi Rick Wright idi. A
Momentary Laps of Reasons albümünde Rick Wrigth yok ve bunun eksikliği
çok net görünüyor. Division Bell’de Rick Wright’ın gelişi ile çok daha
başarılı bir albüm ortaya çıkıyor. Sadece bu örneğe bakarak bile grupta
nasıl bir etkisi olduğunu anlamak mümkün.
PF dışında Camel, Yes gibi progresif grupların parçalarını denediniz mi? Yoksa sadece PF mu çalacaksınız?
B: Bu yedi yıllık süreçte yüzlerce prova içinde denemek amaçlı
değil ama öyle “takılmaca” bir sürü şey çalındı. Bunun içinde Camel da,
Police de, King Crimson da olmuş olabilir. Oturup da o parçayı “ciddi
ciddi çalışıp da çalalım” olmadı. Çalmak mümkün değil. Grubun misyonu
belli. Sahneye çıktığın zaman PF çalacaksın. Orası kesin. O yüzden de
böyle bir şeyi alıp da baştan sona yüzde yüz çalışalım motivasyonu
olmadı.
C: Şimdilik ufukta başka proje görünmüyor, genelde grup içi şakalarında konuştuğumuz şeyler ama, 4 Metalikalar, 7 Camellar…
Dünyadaki diğer PF tribute grupları takip ediyor musunuz?
Özellikle başladığımızdan beri merak edip Youtube’dan “yurt dışında
yapan var mı acaba” diye çok araştırmıştım. Hepsini de biliyorum
aslında. Avustralyalılar biz başladığımız dönemde çok iyi bir
noktadaydılar 2006’da. Hatta 2004’te Liverpool’da Australian Pink Floyd
Show olarak Dark Side of the Moon ağırlıklı çıkardıkları DVD nefisti.
Bazı parçaların PF’dan daha iyi çalındığını görmüştüm albüm sound’u ile
kıyasladığımda. Belki de o DVD’yi yaparken masa başında bazı numaralar
yapmış olabilirler, konseri izlemedim sonuçta. Yine de 1980’lerin
sonunda başlamış olmaları, daha PF varken bu işi yapıyor olmaları, 20
yıllık tecrübe ile 2000’lerde İngiltere’de bu işi devam ettiriyor
olmaları, PF ile bir şekilde bir bağları olmaları ve PULSE ekibinden
-görsel ve ışık olarak- destek almalarıyla çok başarılı sonuçlara
gittiler. Daha sonra ilginç bir şekilde PF gibi iki gitaristin
anlaşamaması sonucunda ayrılmaları var. Australian Pink Floyd Show
olarak biri devam etti. Diğer gitarist ve gruptan birkaç kişi Brit Floyd
olarak devam ettiler. Son dönem onlara baktığımda ne Australian Pink
Floyd’u ne de Brit Floyd’u beğenmedim. Çünkü yaptıkları şey bana çok
ticari geldi. O noktaya geldiklerinde zaten profesyonel olmuşlar ve
günaşırı konser veriyorlar. Avrupa’da Amerika’da turnelere çıkıyorlar,
konserlerde minimum on bin kişi görünüyor. Ortada dönen ciddi bir para
var. O da sound’u etkilemiş olabilir. Bizden farklı olarak bunu iş
olarak yapıyorlar sonuçta. Bunlar en üst seviyede PF tribute grupları.
Bunların dışında her ülkenin kendi PF tribute grubu var neredeyse.
İyiler var, kötüler var. İngiltere’de birkaç tane var ve birinin ismi
çok yaratıcı; Think Floyd. Bir PF tribute gruba verilebilecek en güzel
isim. Onların da daha erken döneme ağırlık verdiğini gördüm. Echoes,
Astronomy Domine çaldıklarında David Gilmour’un o dönemdeki sound’unu
duydum.
Peki kendinizi onlarla kıyasladığınızda?
B: Belki onların bunu iş olarak yapmaları, gün aşırı çalmaları,
belli bir rutinde çalmaları performansı etkileyen faktörüler. Bizim
biraz daha gönül işinde yapmamız, öncesinde bütün ekipmanı toplamak,
götürmek, kurmak gibi, o anda şartlar neyse o doğrultuda çalmak ve bu
nedenlerden dolayı bazen PF’dan uzaklaşmak, biraz daha farklı sound’lar
oluşturmamıza, o anda oluşan kimyanın başka noktalara ulaşmasına olanak
veriyor aslında. O yüzden bazı konserleri kaydetsek ve insanlara
dinletsek belki beğenmeyecekleri bir parça o anda, o seyirciyle, o
sahnedeki sesle çok güzel olabiliyor ama o anda kalıyor.
Sizin tarafta maddi bir kaygı, ticari bir
beklenti belki yok ve izlediğim kadarıyla gerçekten de rahatsınız
sahnede. O rahatlığın getirdiği bir avantaj var mı?
B: Kesinlikle. Dokuz adamı bir araya toplamak ve sorunsuz bir
şekilde bir iletişim kurmalarını sağlamak bir başarı bence. Ticari olsa
“Kazanacağımız parayla kiramızı ödeyeceğiz vs.” gibi sorunlar çıkacaktı.
Bizim insanlar üzerinde kötü bir etki bırakmamız ya da boş geçen bir
konser sıkıntı yaratacaktı. Tartışmalara neden olacaktı. Şimdi sadece
“iyi oldu, kötü” gibi kritikler yapıyoruz.
7PF2P dışında müziğin neresindesiniz, bireysel ya da ekip olarak başka projeleriniz, uğraşlarınız var mı?
N: Ben şu ara kendi bestelerimle uğraşıyorum yoğun bir şekilde.
Onun dışında eğer yakın arkadaşlarım geri vokal isterlerse koşa koşa
gidiyorum; Emir Bey’de, Emir Yargın’da geri vokal yapıyorum.
C: Bir kaç grup içi proje denememiz oldu, bir yere
vardıramadık. Benim 2 aydır birlikte çalıştığım Caz Trio grubu var.
Nasıl bir yön çizecek şu andan bir şeyler söylemek epey güç.
B: Ceren bir dönem Boğaziçi Caz Korosu’ndaydı, şimdi Yasemin Mori ile bir şeyler yapıyor.
Hiç sahnede unutamadığınız talihsiz bir olay yaşadınız mı?
B: Küçük şeyler oldu, güldük geçtik. Kaydolmuş konserlerden
sadece o hata yaptığımız kısımları alıp “bakın biz böyle çalıyoruz” diye
eğlendiğimiz anlar oldu. Bence esas kötü olan konserin tamamı boyunca
kötü duymak. Parçanın bir yerinde yanlış çalmaktan çok daha kötü. Böyle
şeyler yaşayabiliyoruz ya da farklı duymak. Bulunduğun yerde çok iyi
duyuyorken insanların bakışında aynı şeyi görmüyorsun. Demek ki başka
bir şey duyuyorlar. Benim özellikle unutamadığım bir şey var. Hangi yıl
hatırlamıyorum bir Bronx konseriydi. O gün ekipman konusunu biraz
abartmıştım. Ne varsa doldurmuşum önüme. Bazı pedalları daha önceki
konserlerde yeterince deneyip tanımamışım. O başıma bela oldu. Have a
Cigar’ın başında birden ses gitti. Düzelttiğimi sandım. Tekrar girelim
dedim. Birkaç saniye sonra tekrar gitti. Baktım olmuyor, çıkardım amfiye
taktım gitarı, bütün parçayı efekt kullanmadan çaldım. Parça bittikten
sonra on beş dakika kadar alnımdan terler akarak düzeltmeye çalıştım.
Bir tane pedal sıkıntılıymış sadece.
C: Kendi adıma, bir konserde “patlayan floor tom’un
derisini bir şarkı arasında alt deriyle değiştirip bantlamak” gibi el
hünerlerimi geliştirdiğim bir anım var. Sıkıntılı meseleler tabii.
N: Shine on you Crazy Diamond’un geri vokallerinde
“Shine” diye bağırırken Şaaa- diye kesilip kalmışlığım var. Şarkının her
“Shine” kelimesinde hem de, tek tek! Ama bundan çok daha talihsiz
olaylar yaşandı tabii ki, söz unutmalar, trampet patlatmalar, tel
koparmalar, teknik bir sebep yüzünden konserin ilk şarkısını tamamen bas
gitar olmadan çalmamız… Oluyor böyle şeyler. Genelde de komik oluyor
aslında, sonrasında gülüyoruz çok.
Roger Waters The Wall şovunda orada mıydınız? Sizi nasıl etkiledi?
C: Kalabalık bir ekiple oradaydık. Böyle bir şovu görmüş olmak
elbette çok güzel bir deneyimdi ama ben hayal ettiğim yükseklikte bir
ses duyamadığım için aradığımı biraz yarım buldum. Zaten açık hava
performansları konusunda biraz soru işaretlerim vardır.
B: Çok önceden anons edilen bir konserdi ve yıllardır
da bu şovu yapıyor. Gidemesek de takip ediyorduk sürekli. Her konserden
sonra onlarca video yükleniyordu Youtube’a ve izliyorduk. Neyi
göreceğimizi çok iyi biliyorduk aslında. Sürpriz bir şey yoktu ama tabii
ki çok büyük bir şovu devasa bir ekrana çok iyi projeksiyonlarla
yansıtılmış müthiş bir sound. Çok dengeli bir sound diyelim aslında. Az
önce David Gilmour’un 2000 sonrası oluşturduğu sound’un ne kadar güzel
olduğundan bahsettik. Aynı şey Roger Waters için yoktu. Çok klasik rock
sound’u vardı. PF sound’u da yoktu aslında. Yine çok iyi bir ses sistemi
vardı. Quadrophonic bir sistem vardı sanırım. Sağdan soldan efektler
duyuluyordu. Sadece bütün parçaları notası notasına takip etmek gibi bir
durum oluyor. Orada bir anlık bir hata varsa da çok net görüyorsun.
Bunu belki “eksi” bir durum olarak düşünebiliriz. Konserden daha fazla
zevk almamanıza neden olan bir şey…
Başucunuzdan ayırmadığınız albümler var mı?
C: Wish You Were Here, Clutching at Straws (Marillion), Bill
Evans’ın bazı albümleri… Gerçi artık her yer mp3 olduğu için albümden
ziyade şarkılar var hayatımızda maalesef. Bir de Al Di Meola’nın Soaring
Through a Dream albümü sıklıkla andığım dinlediğim albümlerden. Tabii
bir de yaklaşık 1 yıl boyunca hiç ayrılmadan dinlediğim Sting, Soul
Cages.
B: PF’un tüm albümleri diyebiliriz aslında. 94’ten
sonra, gerek Division Bell, gerek PULSE -DVD’si o zaman çıkmıştı- çok
uzun dönem dinlemiştim. O zaman daha çok walkman dinleniyordu. Sonrası
çok değişken. Arada sırada canım çekiyor, Dark Side of the Moon
dinliyorum ama atıyorum 1972’de çalınmış konser versiyonunu buluyorum
bir yerden. “Rare” yazdıkları bir video varsa hemen atlıyorum.
Güncel müzikleri, grupları takip ediyor musunuz?
B: Çok da öyle güncel müziği takip edebilen bir adam değilim
galiba. Sonuçta müzik endüstrisi, gözüne sokuyorlar bazı şeyleri.
Beğenilerimin hep kısa süreli olduğunu fark ettim. Mesela grubun o
andaki performansını beğenmişim, onu anlıyorum. Albümü dinlediğimde
beğenmiyorum. Bir taraftan yeni dönem blues gitaristlerini de takip
ediyorum. Onlarda da benzer şeyler görüyorum.
C: Utanarak hayır diyorum. Müzik konusunda tutucu olduğumu düşünüyorum.
Türkiye’de progresif müziğin gelişimini nasıl görüyorsunuz? Sizin de içinde olduğunuz bir proje olacak mı?
Umarım olur. Yeni bir şeyler yapma isteği var çünkü. Bizi motive edecek
bir şeylere ihtiyacımız var. Hepimizi ortak noktada toplayan buna benzer
progresif bir şeyler üretebilsek mesela. Kendi adıma değil, grup adına
da hevesli olduğumuz bir konu olduğunu söyleyebilirim. Sadece fırsat
bulamıyoruz. Sonuçta herkesin işi var, çok yoğunuz. Diğer yapılan işler
varsa da bize ulaşmıyor. Üniversite’de birkaç genç toplanmıştır, çok
yeteneklidirler. Progresif müzik yapılıyordur. Bu bir şekilde kaydedilip
bize gelmediği süre bizim bundan haberimiz olmaz. Bunun gelmesi de
Türkiye’deki genel müzik durumu ile ilgili. Muhtemelen de gelmeyecektir.
Onun bize gelebilmesi için progresiflikten çıkıp başka bir şeye
dönüşmesi gerekir. Bunun için ancak ciddi bir mesai harcayıp, kimler ne
demo kayıtlar yapmış gibi araştırmalara girmek gerekiyor.
Underground seviyede kalıyor diyorsun?
B: Tabii baya underground. Ben şunu görüyorum; mesela buraya
yakın olduğum için sık sık gelip Karga’da çalan DJ’ler ne çalıyor diye
bakıyorum. Burada hiç albüme dönüşmemiş, rock, progresif veya başka
türlerde müzikler çalan arkadaşlar da oluyor. Hepsi olmasa da arada
kulak kabartıp “ya bu neymiş acaba” diyerek onla ilgili bilgi aldığım
oluyor ve genelde de öyle oluyor. Üniversitede bir prova odasında
kaydedilmiş bir parça…