Son olarak Behzat Ç.’de canlandırdığı Savcı Esra karakteri ile kadınları bir idol, erkekleri ise hayran olunası bir kadınla tanıştıran Canan Ergüder; şimdilerde ise Oyun Atölyesi’ndeki Nehir isimli oyunla karşımıza çıkıyor. Oyunun henüz çiçeği burnundayken, heyecanı ve telaşı pek bir yoğunken bizlere zaman ayıran bu güzel kadınla tiyatrodan, dizilerden, aşktan, şimdiden bahsettik. O, Türkiye’ye dönmesine neden olan projeler için, bizse bu kadar güzel bir kadınla, oyuncuyla ama hepsinden öte bir insanla tanışabildiğimiz için yıldızlara müteşekkiriz.
Gençlik yıllarınızdan başlayalım. Oyuncu olmaya nasıl karar verdiniz? Bu kararınızda etrafınızdan destek/köstek gördünüz mü?
Balerin olmak istiyordum aslında. Çok uzun süre de dans ettim; fakat dansın profesyonel açıdan benim vücuduma uygun olmadığını anladım. Çünkü ben bunu profesyonel olarak yapmak istiyordum. Bu arada da Üsküdar Amerikan Lisesi’ne gidiyordum. Bir hocam vardı Jeffrey Donaldson, o benim ufkumu açmıştı. Beni okul içindeki seçmelere çağırdı, o sırada da Man of La Mancha’yı yapıyordu, seçmeye girdim ve rol aldım. Ondan sonra da anladım ki ben tiyatro yapmak istiyorum. Evet, küçük bir deneyimdi ama benim için dünyalara bedeldi.
Ve her zaman sanatla ilgili bir şeyler yapmak istedim. 9’dan 5’e kadar çalışılan bir firmada stajyerlik yapmışlığım da vardır. O zaman da çok net anladım ki bu benim hayatım değil. 9’dan 5’e bir masanın arkasında kalmak benim hayatım olamazdı, olmadı da.
Yurt dışında eğitim aldınız. Bu süreç nasıl gelişti?
Zaten Amerika’ya gitmek istiyordum ve ailemin de sayesinde gidebildim. Orada 14 sene kaldım. Tiyatro ve sosyoloji okudum. Zaten 17-18 yaşımdan beri belliydi aslında her şey; ben bunu yapmak istiyordum. Fazla ciddiye alınmadım. Ailemi de biraz mutlu etmek için tiyatronun yanına sosyolojiyi ekledim. Mezun olduktan sonra “Master yapmak istiyorum tiyatro üstüne.” dediğimde ciddi olduğumu anladılar. Çok zor bir hayat seçmiş olduğumun farkında olup olmadığımı konuştuk. Sonunda da“Ben bu hayatta başka bir şey yapmak istemiyorum.” dedim ve başladım.
Sanatın her dalı ayrı zor, yaratmak, sergilemek, bu eylemlerin gerçekleştiği ülke hatta şehir tüm süreci, bu sürecin zorluk derecesini değiştirebiliyor. Siz, hem Amerika’da hem de Türkiye’de oyunculuk yaptınız, yapmaya da devam ediyorsunuz. Ne gibi farklılıklar gözlemlediniz?
Şunu söyleyebilirim: Amerika’da birçok şey daha profesyonel bir şekilde işliyor ve pota daha büyük. Dolayısıyla başarı oranınız daha düşük. Çok fazla yetenekli insan var. Mesela hâlâ normalde anladığımız şekilde başarı seviyesi; yani şöhrete ulaşamamış arkadaşlarım var. Hâlâ garsonluk yapıp hayatlarını bir şekilde idame ettirmeye çalışan ve oyunculuk aşkıyla yaşayan… Kimisi bunu yapmamaya karar veriyor bir yaştan sonra, çünkü insanın içinden acayip alıp götüren bir şey. Sen istediğin kadar iste; senin gözün yeterince mavi değilse, bacağın yeterince ince değilse, burnun yeteri kadar küçük değilse, burnun yeteri kadar büyük değilse, saçmasapan senin kontrol edemeyeceğin sebeplerden dolayı ya seçilmiyorsun para kazanabileceğin işlere, ya ‘çok iyisin ama biz başkasıyla devam etmeye karar verdik’ deniliyor. Kontrol edilemeyecek bin bir çeşit sebepten sonra bazı insanlar bırakıyor. Ben de o noktaya gelmiştim. Ben 31 yaşıma geldim ve hâlâ garsonluk yapıyordum. Sonunda “Ben garsonluğu bırakıp artık kendimi tamamen oyunculuğa vereceğim.” dedim ve Türkiye’den teklif geldi. Bir anda oldu. İşte onun nereden, nasıl, ne zaman geleceğini gerçekten bilemiyorsunuz ki. O bir şans. Bazen şans, bazen inanılmaz bir çabanın sonucu, bazen yıldızların aynı anda oturmasıyla… Yani o sırada her şey doğru noktada olduğu için olan bir şey. Ve ben o kadar şanslıyım ki bunun nerede olduğu önemli değil; Türkiye’de, Polonya’da gerçekten hiç fark etmez yapmak istediğim işten para kazanabiliyorsam şu noktada inanılmaz müteşekkirim o yıldızlara.